MUNZUR ETEKLERİNDEKİ SARI ÇİÇEK

MUNZUR ETEKLERİNDEKİ SARI ÇİÇEK

Ege’de, Trakya’da asma yaprakları sararmış, üzümler çoktan toplanmışken, Doğu’da hala bağ bozumu zamanıydı. Ben de tam o zamanda gittim Harput'a.1877 yılında ayrı bir vilayet haline gelmiş olan Harput’ta, yıllarca Müslüman, Ermeni ve Süryaniler kentin zengin kültürüne renk katmış ve kozmopolit toplum yapısının temel taşlarını oluşturmuşlar. Harput’ta önce Kale’yi gezdik. Sonra sırasıyla, Ulu Camii - ki, eğik minaresi, tuğlaların yorgunca yıllara meydan okuyarak bu güne gelmesi ile beni çok etkiledi-, Kurşunlu Camii ve Arap Baba Mescidi ve Türbesini...

Türbenin içindeki sandukası bulunan ve Arap Baba olduğuna inanılan kişinin hikayesini dinledik. Yaygın inanışa göre, çok eski yıllarda Harput’ta büyük bir kuraklık başlamış, yağmurlar yağmaz, otlar yeşermez olmuş. İnsanların yağmur duasına çıkmaları, yalvarıp yakarmaları fayda etmemiş. Bir gece Harput’ta Arap Baba türbesine yakın evlerden birinde oturan Selvi adlı yaşlı bir kadın rüyasında, Arap Baba’nın türbedeki naaşının başını kesip bir dereye atarsa yağmur yağacağını görmüş. Komşularına anlattığı rüyası bütün Harput’a yayılmış. Günler geçmiş Harput’a bir damla yağmur düşmemiş. Kıtlık kapıda. Çaresiz kalan insanlar Selvi Nine’yi Arap Baba’nın başını kesme konusunda ikna etmeye çabalamış. Ancak yaşlı kadın buna cesaret edemeyince, bir gece evinin etrafında toplanıp evi taşlamaya başlamışlar. Ertesi sabah yaşlı kadın çaresiz, yüreğindeki korkuları bastırmaya çalışarak, Arap Baba’nın türbesine gitmiş ve cesedin başını keserek dereye atmış. Bunun üzerine yağmurlar başlamış başlamasına ama kıtlıktan daha büyük bir felaket yaşanmış. Seller coşmuş, dereler taşmış. Yağmurlar bir rahmet olmaktan çıkmış, felakete dönüşmüş. Yine bir gece Selvi Nine rüyasında bu defa Arap Baba’yı görmüş. Arap Baba, “Eğer başımı attığın yerden alıp yerine koymaz isen yağmurlar dinmez, senin de halin haraptır” diye öfkeyle bağırmış. Yaşlı kadın, sabah korkuyla uyanıp dereye indiğinde, kesik başın dere kenarında durduğunu görmüş, hemen alıp getirip sandukada yerine koymuş. Ardından yağmurlar dinmiş ve her şey eski haline dönmüş. Anlatılan hikaye ve neredeyse yerin ardında küçücük bir mağara olan türbe, anlatılan hikaye ve derdine şifa aramaya gelen insan manzaraları ile oldukça etkili.

Sonra Ocak köyüne vardık. Kemaliye ilçesine kırk kilometre uzaklıktaki Alevi köyüne. Osmanlı devrinde ‘’gelip geçene yemek veren ‘’ bir vakıf niteliğindeymiş. On üçüncü yüzyıldan beri Hacı Bektaşi Veli’nin Ocak köyüne yüklediği görevler sürdürülüyor, Türkmen Alevi kültür ve gelenekleri yaşatılıyor. Ali Gürer Müzesi köy için gerçek bir değer. Meydandaki asırlık dut ağacının altında, köy sakinleri ile ettiğimiz sohbette de bir başka değerin de Mehmed Ali Aydınlar olduğunu, yapmış olduğu yardımlar ile tüm köyü ayakta tuttuğunu öğrendim.

Ocak köyünden sonra sırada bozkır tepeler ile çevrili Keban suyunun yanı başında uyuyan Çır Çır vardı. Oradan da kendine has mimarisi içinde, kırmızıya boyanmış saç çatıları ile dikkat çeken Yeşilyurt köyü. Anlatılanlara göre, bir boya fabrikasının hediye ettiği boyalar sayesinde Köy’ün tüm çatıları kırmızıya boyanmış. Fakat Köy’de esas görülmesi gereken yer, yüzyıllara inat caminin ayakta durmasını sağlamış ahşap kolonlar ve tavan bağlantıları ile Yeşilyurt Camii.

Ardından Munzur Dağları eteklerinden Fırat’ın kolu olan Karasu’yu takip ederek Kemaliye’ye vardık. Karasu, sabah otelin manzarası olarak, tüm ihtişamı ile güneşin ışıklarını bize yansıttı. Kemaliye, diğer bir adı ile Eğin. Doğu Anadolu Bölgesi’nde, Erzincan’a bağlı bir ilçe. Meyvalarla dolu bu bağlı bahçeli ilçenin mimarisi, işlemeli ahşap işçiliği ile kaplanmış evlerde belirginleşiyor. Evlerin kapı tokmakları ise, kendi başına bir hikaye olup tamamen el işçiliği. Çift tokmak var ve kapıya vurulduğunda iki ayrı ses çıkartıyor. Kısık ses çıkaran tokmak kadınlar, yüksek ses çıkartan tokmak erkekler tarafından kullanılıyormuş. Ev sahibi de bu sese göre hazırlığını yapıp kapıyı açıyormuş. Kemaliye ilçesinde bir başka güzellik de, Sıra Konak köyü ile Apçağa köyü arasındaki, bir saatlik patika yol. Doğanın içinde yürürken ağaçlardan koparttığınız "davlun"un lezzetine varırken - hafif buruk ve iğde tadında bir lezzet-, karşıdan gördüğünüz köyün güzelliği karşısında Ahmet Kutsi Tecer’in o Köy için, ‘’ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA’’ şiirini neden yazdığını da anlıyorsunuz.

Apçağa köyü, ağaç çatkıların arasına kerpiç doldurularak Hımış tekniği ile yapılmış evleri, arnavut kaldırımlar arasından su akan dar sokaklı, balkonları sardunyalı ve gelene geçene laf atan yaşayanları ile ilçenin en güzel köylerinden biri. Bölge eski kervan yolu üzerinde. Dut çok önemli bir geçim kaynağı. Dut, zamanında buğday ile değiştirilecek kadar da kıymetliymiş. Zor bir coğrafya olmasına rağmen bazı tepeler, insan eli ile düzeltilmiş gibi. Dağların eteğinde yürüdüğümüz patika yolda, otların arasına gizlenmiş sarı çiçekleri hatırladığımda artık hep Kemaliye geliyor aklıma. Bir diğer hatırlama sebebim de, Tatuta Çiftliği’nde bize hazırlanan bölge yemekleri. Ve neredeyse her köşe başında olan Torasan incirleri ile boylu ekmek. Bir de, zamanında tüm ilçe ve köy evlerinde dut ve ceviz karışımı ile yapılan Lök var. Bunun tadına da, şimdilerde ilçe merkezindeki Lökhane’de bakmanız mümkün.

Munzur tepelerinde gün batmaya, etrafı da yangın yerine çevirmeye heveslenirken, Karanlık Kanyon’da gezmeyi de ihmal etmedik. Kanyon neredeyse dünyanın ikinci büyük kanyonu kabul edilse de bir çok kişi tarafından yeri bile bilinmiyor. Şırzı Köprüsü’nden ayrılıp, bir saatlik yol boyunca bize eşlik eden balıkçılın süzülüşleri, zaman zaman kayaların üzerine konuşu ile Kanyon’un güzelliğine kapıldık. 1800’lü yılların son çeyreğinde başlayıp, tarih boyunca yöreden zor olan çıkışı kolaylaştırmak, yolu değiştirmek ve kış şartlarından daha az etkilenmek için yöre halkının azmi ve kararlılığı ile açılan Taş Yol ve o taşların üzerinde tutunmaya çalışan ağaçları gördüğümüzde de, ‘’Rüzgar yükseliyor hayata tutunmak lazım!’’ dedik kendi kendimize. Ve oralardan ayrılırken Fatih Kısaparmak’ın,

Eğin dedikleri de kurban küçük bir şehir ölem ölem


Ana ben cahilem (yetimem) kurban çekemem kahır


Yediğim içtiğim de ölem ağuynan zehir aman aman


Dön gel ağam dön gel paşam eğinli misin?


Sılaya dönmeye de kurban yeminli misin?

dizeleri ile başlayan ‘’Eğinli misin’’ türküsünü dinledik sessizce.

Yol sizi Kemaliye’den Divriği’ye doğru götürmeye başladığında da,Palandöken Geçidinden geçiyorsunuz. Çimento Geçidi diye adlandırılan bölge,1500 rakım ile kışın karda, yola geçit vermiyormuş. Geçidin çıkışında Avaz Yaylasına vardığınızda Avaz’ın çeşmesinde soluklanmanız mümkün ve tüm bu yolda, Çaltı Çayı Sivas’a kadar size arkadaşlık ediyor.

Sivas’a gitmeden Divriği’ye uğrayıp dünya üzerinde sarp bir coğrafya içerisinde, insan elinden çıkan en önemli eserlerden biri olan mimarlık ve yontuculuk baş yapıtı Divriği Ulu Camii ve Şifahanesini görmek gerekiyor. Divriği Külliyesindeki taşa nakşedilen sanatı anlatmaya kelimelerim yetmez. Bu muhteşem yapıyı en iyi tanımlayan ifade, belki de ‘’Divriği mucizesi’’. Cami girişi olan kapının altına gelip elinizi taşa koyduğunuzda, Tanrı ile aranızda bir perde olduğu hissine kapılıyorsunuz. Taş üzerindeki çift başlı kartal, hayat ağacı, güneş ve ay gibi üç boyutlu figürlerin nasıl işlendiğini, taşın zorlanarak, bir ağaç gibi yontulduğuna da inanmak mümkün değil. Ve üç boyutlu taş işçiliği, abanoz minberde minyatür olarak devam etmiş.

Sivas’a doğru yöneldiğimizde de, ilk durağımız Osman Ağa Konağı. Sivas yemeklerinin, özellikle de, Alatlı Divriği pilavının tadına burada bakabilirsiniz. Ve gezideki en son durağımız da, Kızıl Irmak, Yeşil Irmak ve zümrüt yeşili Fırat’ın arasında saklanmış vadi, Sivas. Medreseleri, Taş Han’ı, Atatürk zamanına damgasını vurmuş kongre binaları, Güdük Minaresi, Saat Kulesi, Şeh Hasan Kümbeti, el işçiliği bıçakları ve kebabı ile ayrı bir değerdi Sivas. Ama Sivas dendiğinde benim aklıma şimdi o güzelim Kangal yavruları geliyor.

Ve dönüşe geçtiğimizde Kemaliye ve Mani Yolu aklıma geliyor. Bir de Eğinli hanımların gurbete para kazanmak için giden eşlerine hasretlik duygularını anlatan maniler... Zincirli Kaya’nın altındaki yürüyüş yolunda yazılı olan o maniyi okuyunca, belki gidesiniz gelir ‘’sarı çiçeğin’’gizlendiği o gizli yere.

Haydi okuyun şimdi sessizce ve varın gidin oralara!

Ölürisem örtmeyesiz üstümü

Hasretim vardır yummam gözümü

Mezarıma bir pencere koyun ki

Ağam gelir ise görem yüzünü

 

B.FUNDA SÜZER

22 OCAK 2016 / YENİKÖY